Saturday, December 15, 2007

iste gercek ilahinin sozleri

"Bu akl-u fikir ile yar bulunmaz
Bu nasil yaradir, derman bulunmaz...

Kamunun (herkesin) derdine derman bulundu
Bu benim derdime derman bulunmaz...

Nice deryalari icime ceksem
Beni kandiracak umman (deniz) bulunmaz...

Yitirdim Yusuf'u Ken'an ilinde
Yusufum bulundu, Ken;an bulunmaz...

Yunus oldu derler, sala verirler
Olenler hayvandir (cesettir) , asiklar olmez....

Hazreti Yunus Emre
(Halk sairi diye nitelenen alim, veli ve tasavvuf buyugumuz)

Kitap: "Yunus Emre" - Cahit Oztelli -Ozgur yayin

Zara - Yusuf'u kaybettim

kesinlikle goruntuler mukemmel....ama yorumlama olarak ikisi epey farkli...hangisini begendiniz?

deliyürek - yusufu kaybettim

Muthis bir yorum, ilk dizide izlemistim, beni baska alemlere goturmustu, hele bu ney sesi... megersem yunus emre nin bir ilahisi imis....bu gunlerde zaradan da dinledim,,, bakalim hangisini begeneceksiniz?

Sunday, November 18, 2007

mustafa armagan bey'den sahane bir yazi


Kara Fatma’yı Rus kilisesine muhtaç edenler utansın!
MUSTAFA ARMAĞAN
Hani bazen yaprakları kelam-ı kadime dönmüş eski dergi sayfalarını karıştırırken yüreğinizin orta yerine bir ağırlık, karabasan gibi çöker ya...

Yedigün dergisinin 1930’lu sayılarını karıştırırken de aynı hal arız oldu bana. Fotoğrafta, sadece o hülyalı bakışlarındaki derinliği korumuş bir kadın başı bana bakıyordu. Gözüm bir yerden ısırıyordu bu bakışları ama nereden?

Bakışlarım fotoğrafların üzerindeki başlığa kayıyor ister istemez. “Kara Fatma Rus manastırında” kelimelerini bir hamlede okuduğumda kendime, ‘Yok canım, o olamaz, olsa olsa bilmediğimiz başka bir Fatma’dan bahsediyor olmalı’ diye teselli vermeye çalışırken, asıl darbe, resim altı yazısında balyoz gibi iniyordu beynime. Şöyle diyordu bu iki büklüm olmuş kadının fotoğrafı altında: “Açlığımı kimseye belli etmemek için odama kapanır, ağlarım.”

Yaşadığım yürek burkuntusuna rağmen yine de bu ‘açlıktan ağlayan kadın’ portresini bildiğim Kara Fatma’ya yakıştırmama inadım formundaydı. Ne var ki bu direnişim, asker kıyafetli bildiğimiz Kara Fatma fotoğraflarının birinin altında güneş görmüş inatçı Erzurum karı gibi eriyordu. “Şimdi 55 yaşındayım” diyordu belinde kaması ve göğsünde fişekliği olan kadın, ve devam ediyordu: “Askere gittiğim zaman 24 yaşında idim.”

Çatıdan üzerime iri bir buz parçası düşer gibi oldu. Bu o... Evet, bu o...

O 9 Ağustos 1933 tarihli Yedigün’ün 22. sayısında yakışıklı bir efsane çöküyor ve ikrah ettiren acılıkta bir tarih yazılıyordu.

Erkek askerler için Mehmetçik hangi anlamı taşıyorsa, orduya katılan kadın askerlere de genel olarak “Kara Fatma” denildiğini biliyoruz. Üstelik bilinen ilk Kara Fatma, 1854-1856 Kırım Harbi’ne katılmış; kendisi Çukurova’daki Cirit aşiretine mensup bir ocağın kâhyasıdır. Ayağında çizmeleri, başında tülbent sargısı, belinde silahları ve elinde kamçısıyla ve dahi güneşten esmerleşmiş yüzüyle erkekten bir farkı olmadığını, bizzat Gazi Ahmed Muhtar Paşamız anlatıyor. Hatta Sivastopol Destanı’nda adının “Nisâlar kahramanı” olarak geçtiğini dahi biliyoruz.

Lakin Kurtuluş Savaşı’ndaki Kara Fatmaların en meşhuru, Erzurumlu olanıdır. Kocası Binbaşı Derviş Bey’le birlikte kâh Kars cephesinde, kâh Balkanlarda savaşmış. Edirne’de Bulgarlara karşı mücadele vermiş, ağaç kabuğu kemirerek hayatta kalanlardan biri olmuş. Mütarekeden sonra ise kaybetmiş eşini. Sonra onu İstanbul’dan Sivas’a giderek Mustafa Kemal Paşa ile görüşürken görürüz; ardından o artık cephelerdedir: İzmit, Düzce, Adapazarı, İznik civarında Yunanlılara baskınlar düzenlerken, köylerden, kasabalardan gönüllü toplarken karşımıza çıkar. Bir de gazetecilere ilginç bir figür olarak görünmüş olmalı ki, 1923 yılına kadar kendisiyle çeşitli söyleşiler yapılmış, korkusuzluğu, cesareti ve yaralı olduğu halde gözünü budaktan esirgemeyişi vurgulanmış, adı Garp cephesinde bir efsane bulutu gibi dolaşmış; bir de kendisine bağlanmak istenen maaşı Kızılay’a bırakmasındaki yüce gönüllülüğü.

Velhasıl Erzurumlu Fatma Seher Hanım ya da nam-ı diğer Kara Fatma, Kurtuluş Savaşı’nın sembol ismi olarak günümüzde ders kitaplarına kadar girmeyi başarmıştır.

Lakin Yedigün dergisinde bulduğum söyleşi, Kara Fatma’nın 1923-1944 arasında gözlerden uzak geçen hayatı üzerindeki karanlığı kaldırıyordu. Bugünden bakınca Kurtuluş Savaşı gazileri Lozan’dan sonra sanki yere göğe sığdırılamamış gibi geliyor bize. Onlara topyekün sahip çıkılmış ve bir dedikleri iki edilmemiş zannediyoruz. Ne kadar yanıldığımızı birazdan bir kere daha anlayacağız.

Kara Fatma, 1933 yılında İstanbul’un Galata semtindeki Rus manastırının bir odasında sefalet içinde yaşamaktadır. Aradığı kişiyi 2. kattaki 9 numaralı odada bulan muhabir Mekki Sait Bey’i önce bir Rus çocuğu karşılar ve kendisine Kara Fatma’nın odasını gösterir. Muhabir onu, komşularının artıklarıyla karnını doyuran ve yalnız kaldığı zamanlarda utancından hüngür hüngür ağlayan birisi olarak anlatır bize. Kara Fatma’nın odasında iki çuval seriliymiş ya, kendisi yerde tahta üzerinde yatıyormuş. Çuval dediği, torunlarının yatağı. Köşede bir tencere, soğuk bir sac mangalın yanında aylarca evvel yere nasıl bırakıldıysa öyle duruyordur.

Kara Fatma konuşmaya, iş bulamamaktan şikayet ederek girer: Kapıcılığa, hatta çöpçülüğe bile razıdır torunlarına bakabilmek için. Ama kimse iş vermemiştir ona.

Yaralarından söz eder sonra, savaşta aldığı. Kızının parmaklarını şarapnel uçurmuş, evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra ise delirmiş. Böylece torunlarına bakmak zorunda kalmış Kara Fatma. Yine de göğsüne taktığı İstiklal madalyasından gurur duymaktadır: “Bütün sefaletimi unutturan, beni yaşatan, bu İstiklal madalyasıdır. Açım ama şerefliyim!”

Aç ama şerefli kadın ağlamaya başlar o sırada. Ağlarken anlatır, anlatırken ağlar:

- Bazen çocukların elinden tutuyor, ‘Şu yetimler aç kalmış, ölecekler’ diye nineleri olduğumu sezdirmeden onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım, siz söyleyin!

Muhabirin aklına torunlarının nerede olduğunu sormak gelir. Sokaktadırlar; birazdan geleceklerdir. Dilenmekten dönerken birinin avucunda 100, diğerininkinde 60 para olacaktır. “Al nine” derler, “hiç harcamadık, olduğu gibi sana getirdik. Bir çay pişiremez misin bunlarla? Ekmek batırıp da beraber yiyelim.”

Torunlarıyla birlikte dilenen bu Kara Fatma portresine alışık olmayan yüreğiniz hop oturup hop kalktı, biliyorum ama gerçeğin yüzü bazen böylesine acımasız ve soğuktur.

1944’te (69 yaşında) yeniden hatırlanıp Defterdarlık’ta bir işe yerleştirilen Kara Fatma, 1954 yılına gelindiğinde artık 79 yaşındadır ve yine sefil bir vaziyette İstanbul’da bir kulübede tek başına yaşamaktadır. Tek Parti dönemini perişanlıklarla geçiren Kara Fatma’ya doğru dürüst bir maaş ne zaman bağlanmıştır bilir misiniz? Demokrat Parti devrinde, 22 Şubat 1954’te. Ancak özel bir kanunla kendisine ‘ömür boyu’ 170 lira maaş bağlanan Kara Fatma’nın ömrü bu maaşı yemeye yetmeyecek ve ertesi yıl Erzurum’da hayata gözlerini yumacaktır.

Sağlığında bir gazeteciye, “Göğsümde bir şarapnel parçası var. Acı veriyor.” demişti. Tarihimizin göğsündeki şarapneller ne olacak Fatma teyze, sen söyle? m.armagan@zaman.com.tr

Thursday, November 15, 2007

Biraz da gulelim

Normalde bloguma boyle bayan erkek catismasi iceren yazilari pek koymak istemiyorum, fakat bu sirin ve komik yaziyi bir yerde okuyunca, iki tarafi da incitmeyen, beylere de hak veren uslubu hosuma gitti...ilginc noktalari bulmuslar , biz esimle epey gulduk....paylasmak istedim...kaynagini hatirlayamiyorum ama buyrun...

Erkeklere kurslar

Kurs konuları:

1. Buz kalıbına nasıl su doldurulur? Adım adım slaytla açıklama.

2. Tuvalet kâğıdı rulosu takıldığı yerde kendini yeniler mi? Yuvarlak masa tartışması.

3. Klozet kapağını kaldırıp duvara ve yere sıçratmadan.. mümkün mü? Grup çalışması.

4. Kirli sepetiyle yerdeki halı/ döşeme arasındaki temel farklar. Resim ve grafiklerle açıklama.

5. Yemekten sonra tabak çanak kendi kendine lavabo veya bulaşık makinesine uçarak girebilir mi? Videoyla açıklama.

6. Kimlik kaybı: Uzaktan kumandayı bir parçanız olmaktan kurtarmak. Destek hattı ve yardımlaşma grupları.

7. Aranan şeyleri bulmayı öğrenmek. Höykürerek evin altını üstüne getirmek yerine doğru yere bakarak başlamak. Açık forum.

8. Eş/sevgiliye çiçek getirmek sağlığınıza zararlı değildir. Grafikler ve ses kaydıyla açıklama.

9. Normal insanlar kaybolunca yolu sorar. Gerçek yaşam itirafları.

10. Kadın park etmeye çalışırken sessizce oturmak genetik açıdan imkânsız mı? Araba kullanma simülasyonu.

11. Hayat dersleri: Anne ve eş arasındaki temel farklar. Sınıfta canlandırma.

12. Nasıl ideal bir alışveriş arkadaşı olunur? Gevşeme egzersizleri, meditasyon ve nefes alma teknikleri.

13. Bunamayla nasıl savaşılır? Doğum günleri, yıldönümleri, diğer önemli günler unutulunca nasıl özür dilenir? Beyin şoku ve gerekirse operasyon.

Thursday, September 20, 2007

severim....

sevgili ayse tarafindan sobelenmisim, bana mesaj atmasa hic haberim olmayacak, hadi bakalim ben neyi severim,

severim...arkadaslarima hediye almayi, alirken uzun uzadiya dusunup, karakterlerine, evlerine, renk secimlerine, gunun ozelligine, ziyaret sebebine gore en hosunu ayarlamayi...icimin rahat etmedigi hediyeyi hediye olsun diye goturmem

severim...ogluma yeni bir seyler ogretince aninda uyguladigini seyretmeyi, tablete civi yazisiyla yazilir gibi karakterinin gelismesini seyretmeyi...

severim...gece uyanip tekrar uykuya dalmayi, farkli farkli yerlerde uyuyup sabah gunes dogarken usumeyi, ustumu kat kat giyip tekrar daldigimda, halinin ustunde uyanmayi:)

ben de gazeteci'yi, mihmanhane'yi, ve oktay ahmed beyi sobeliyorum , siz neleri seversiniz?

Hepinizin Ramazan ayini tebrik ediyorum...

Saturday, August 11, 2007

sozleri

Iste sozleri:

"Bana kollarini uzatsan biraz,
Sana kul olurum, seven ne yapmaz?
Gel oldur bu omur boyle tukensin,
Sana bin can feda, seven ne yapmaz...

Bu gonul ugruna neye katlanmaz
Ol desen olurum seven ve yapmaz?
Gel oldur, bu omur boyle tukensin,
Sana bin can feda, seven ne yapmaz..."

Seven Ne Yapmaz - Yeşilçam Şarkıları

Insani yer icer, eritir bitirir bu muzikler, en sevdiklerimden biri, 80 li yillarin benim gibi klasik turk filmleriyle buyumus gencligine hediyem...

Sunday, April 22, 2007

Bugun ilk defa ucurtma ucurdum...


Bugun ilk defa ucurtma ucurdum
Ruzgarla isbirligi yapmanin guzelligini tattim,
Durmasini hic istemedim
Ruzgar durunca icim korkuyla titrerken ucurtmam dusecek diye
Saclarimin dagilmasini ilk defa umursamadim ruzgardan

Bugun ilk defa ucurtma ucurdum
Minik oglumun parlak gozleriyle ve heyecanli halleriyle
Minicik parmagini mavi goge uzatip hayranlikla bagirmasini dinledim
Gordugu ucurtmanin gokyuzunde minnacik kalisina hayretle
Annesini cilgin gibi kosturan o tuhaf oyuncaga uzanirken elleri

Bugun ilk defa ucurtma ucurdum
Neydi ucurtmayi insana benzeten gizem
Tahmin edemedigim rotasi miydi
Hizla cekince inatla uzaklasmasi mi
Gidecegi yone yonelince ucmaktan vazgecmesi miydi
Beni suruklemesi mi pesinden

Bugun ilk defa ucurtma ucurdum
Sanki ruyalarimdaki gibi onun pesinden havalanir miyim diye icim pir pir ederken
Beni yere baglayan yuklerimi hatirladim
Ne cabuk buyumustum ben ne kadar
Oysaki kucuk kuslar ve meleklerdi ozgurlesen...

Sunday, April 15, 2007

Modern zaman koleligi


İngiltere'ye kaçırılan kadınlar daha havaalanında köle gibi satılıyor
İngiltere'ye yurt dışından getirilen kadınların, daha ülkeye ayak basar basmaz, havalimanlarında açık artırma yöntemiyle köle gibi satıldığı ortaya çıktı.




Daily Mail'in haberine göre polis yetkilileri, dünyanın çeşitli yerlerinden genç kadınların barlarda ve kafelerde iyi ücretlerle çalacakları vaadiyle kandırılarak İngiltere'ye getirildiğini, ancak daha ülkeye ayak bastıkları ilk birkaç saat içinde satıldığını anlattı.
Bazen bunun alenen yapıldığını anlatan yetkililer, bir keresinde Gatwick havalimanındaki bir kafenin önünde kadınların satıldığını bildirdi.
Yetkililer, havalimanına yakın yerlerde yapılan bu satışlarda kadınların en çok para verene satıldığını, bir kadının 6000 ila 8000 sterline alıcı bulabildiğini belirtti.
Polisin verdiği bilgiye göre, "sahibine" günde 800 sterlin kadar para kazandırabilen bu kadınlar, sık sık tecavüze uğruyor, apartman dairelerinde kilit altında tutuluyor ve kaçmamaları için ellerine para verilmiyor.
Kadınları çalıştıranlar ise bu işten büyük para kazanıyor.
Yetkililer, bunun "modern zaman köleliği olduğunu" belirtiyor.

08 Mart 2007, Perşembe

Thursday, March 22, 2007

Tarihten bir kac satir...

Biliyor muydunuz?

* "Le Sultan De Rouge" (Kizil sultan) mitleri ile batiya ve doguya Ermeni ve Yahudi lobileri tarafindan tanitilan Ulu Hakan Abdulhamid Han'in aslinda bir sefkat abidesi oldugunu, olum cezalarini cok ender bir kac olay disinda hep iptal ederek hapis cezasina cevirdigini, hatta arabasina bomba koyarak suikast duzenleyen bir ermeniyi affettigini...

* Fatih sultan Mehmed bir sucundan dolayi unlu matematik bilgini Sinan Pasa'yi hapsettiginde, butun alimlerin eylem yaptigini ve eger Sinan Pasa serbest kalmazsa eserlerini yakacaklarini belirtmeleri uzerine padisahin alimi hemen serbest biraktigi gibi, diger alimlere de hicbir olumsuz bakisi olmadigini...

* Canakkale savaslarinda 19.tumen komutani olan Ataturk'un, "Bomba sirti" olarak adlandirilan hadiseyi anlatirken:
" Karsilikli isperler arasindaki uzaklik sekiz metre, yani olum kesin. Birinci siperlerin hicbiri kurtulmayarak olume dusuyor. Ikincidekiler onlarin uzerinde gidiyor. Fakat ne kadar ozenilecek teslimiyetle biliyor musunuz? Oleni goruyor, uc dakikaya kadar olecegini biliyor, en ufak gevseklik gostemriyor. Sarsilmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kuran-i Kerim cennete girmeye hazirlaniyorlar. bilmeyenler kelime-i sehadet getirerek yuruyorlar. Bu Turk askerindeki ruh kuvvetini gosteren sasilacak ve tebrik edilecek bir ornektir. Emin olmalisiniz ki, iste bize Canakkale savaslarini kazandiran bu yuksek ruhtur." dedigini...

*Istanbul'da n siddetli soguklarin 1621 yili, Genc Osman zamaninda yasandigini...Halic'in ve Istanbul Bogazi-nin tamamen dondugunu ve Istanbullullarin Uskudar'dan Eminonu'ye yuruyerek gittiklerini...

Kaynaklar: Mustafa Armagan (Radyo konusmalari) ve Mustafa Turan (Gulduren ve Dusunduren Tarih)

Saturday, February 17, 2007

Ay ve Ayse arzu etmis, buyrun hakkimdaki bilinmeyenler...


Sormus Ayse ve Ay , ben de dedim hay hay...
Evet , mumlama, mimleme , fisleme vesair isimler ile adlandirilan oyuna uzun bir sure once dahil olmusum, ancak simdi firsat bulabildim...

Iste hakkimda pek bilinmeyen bir kac sey...bunlari yazmak tabi komik ve ilginc oldu benim icin...biribrleriyle pek ilgileri yok ama beraberce yazdim...


Kirtasiye malzemelerine buyuk bir tutkunlugum vardir, bir magazaya girince hele de o reyona, renk renk pasteller, marker’lar, dolmakalemler, tukenmezler, kucuk defterler, renkli post-itler, bantlar, gunlukler, silgiler, beni kendimden gecirir…Tabi evde hatiri sayilir bir koleksiyonum var…Ama bunlari kullanmayi ve bitirmeyi de cok severim…

Dunyanin en daginik ve duzensiz insaniyim. Uclarda yasarim, evimin ya her yani topludur, ya da her yani berbattir, evde ya hic yemek yoktur, ya da 4-5 cesit super yemek vardir, bir gun cok kitap okurum, sonra uc gun hic okumam, 1 hafta boyu gezebilirim, sonra bir ay hic canim cekmez…Tabi bunlar anne olduktan sonra mecburen degismeye basladi

Bununla beraber cok titiz huylarim da vardir, mesela bir dizi 100 bolumlukse sadece eglence olsun diye asla gelisiguzel izleyemem. O dizinin butun bolumleri sirayla izlenecek…Oglumun oyuncaklari turlerine gore gruplara ayrilacak ve duzenli kutularinda duracak, birbirine karismayacak..vs…vs…

En buyuk hayallerimden birisi, Turkiyeyi kose bucak gezip, unlu olmadigi icin gizli sakli kalmis tarihi yerlerini ziyaret etmek, her ile, ilceye ugramak ve bunlari belgesel haline getirmek bir ani seklinde…

Hiperaktivite hastaligi diye uretilen durumun 14 tane belirtisi varmis, bugunlerde arastirinca cocuklugumda butun bu bleirtilerin bende oldugunu buldum. Ogretmenlerimin ve vatanimin insaninin her cocuga kendi ozellikleri icinde deger veren ve hareketliligi zeka beliritisi sayan anlayisi olmasaydi, simdi ben de basarili bir ogrenci olmak yerine uyusturucularla beyni dumura ugramis, Amerika’daki bir cok teshis “konulmus” cocuk gibi olacaktim…

Friday, February 09, 2007

Neden simdi Sezai Karakoc?

Uzun bir aradan sonra esimle yeni kesfettigimiz bir hazineyi paylasalim dedim, eminim ki cogunuz okumussunuzdur, ama bana Sezai Karakoc'u okumak hic nasib olmamisti. Birincisi en sik duydugum iki siiri Mona Rosa ve Ey Sevgili'den dolayi. Tuhaf bir sekilde bu siirler bana cok farkli gelmis, alisamamistim bir turlu uslubuna. Ikincisi ise ben Sezai Karakoc'un nesir yazdigini hic bilmiyordum. Ve gecenlerde Burc Fm de bir radyo programinda Sezai Karakoc'tan Kultur Bakanligi buyuk odulu almasi hasebiyle bahsedilen bir anekdot vardi. Arastirmaci soyle bir tesbitte bulundu:

"Gecen yuzyilda medeniyetimizin guclu felsefesini anlayamadigimi ve yasayamadigimiz icin Bati felsefesi karsisinda gucsuz kaldik, oyle hissettik, ve bu aydin ve mutefekkirlerimize de bile yansidi. Bunlarin arasinda uc isim vardi ki, bati medeniyetine, kulturu ve edebiyatina tamamen vakif olmuslar, fakat onunla olan fikir catismasindan galip cikarak kendi medeniyetimize olan inanclarini ve guvenlerini pekistirmisler ve bize de bunu muhtesem eserleriyle duyurmuslardir, bu isimler Nurettin Topcu, Necip Fazil ve Sezai Karakoc'tur. " Iste bu sozler beni vurdu ve hemen yine daha once okuyamadigim Nurettin Topcu'nun eserlerini de arastirmaya giristim Sezai Karakoc'la beraber...Neden mi benim icin cok onemliydi? Cunku Amerika'da yasayan biri olarak bu medeniyetin anlayis, dusunce yapisi ve hayat felsefesi ile fazlasiyla icli disli oluyoruz. Yasadigimiz gibi dusunmeye basliyoruz, en basit ornegi " Insan kendi fiilerini kendi yaratir" "hayat bir mucadeledir" vs gibi kavramlar bize yasam tarzi itibariyle sessizce veriliyor. Hayata ve insanlik macerasina dair batili aydinlarin soyledikleri mihenk tasimiz haline gelebiliyor. Iste Sezai Karakoc'u okumak, evrensel bir sekilde, butun insanliga hitap ederek insanoglunun macerasini cok dogru sekilde Islam medeniyetinin isiltili penceresinden gosteriyor...Aradigimiz sorulara cevap oluyor ve bize sunulan butun aciklamalarin ve hayati anlamlandirma claismalarinin cok otesinde orjinal, bizi kendimize getirip medeniyetimize olan inancimizi ve guvenimizi pekistiriyor...Ben su an itibariyle bir siir kitabini okudum ve su an Ruhun Dirilisi adli kitabini okuyorum, Baska Sezai Karakoc okumuslar ne derler acaba?

Monday, January 15, 2007

Ne kadar guzel ne kadar manidar


Bayrak

Ey,mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kızkardeşimin gelinliği,şehidimin son örtüsü !
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver !
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.
Yurda ay yıldızın ışığı yeter.

Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün.
Kızıllığında ısındık,
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün.
Gölgene sığındık.

Ey, şimdi süzgün, rüzgarlârda dalgalan;
Barışın güvercini, savaşın kartalı...
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yeryüzünde yer beğen:
Nereye dikilmek istersen
Söyle seni oraya dikeyim!


Arif Nihat Asya

Wednesday, January 03, 2007

Bu kitaplarin dili cok agir ama....

Bloguma didaktik seyleri yazmayi sevmiyorum ama gonul bu dertle dolup tasinca paylasmak gerek diye dusundum. Herhalde tarihte dil kaynaklarini bu kadar hizla kaybeden ve hatta sozluklerine kelime eklemek yerine sozluklerinden kelime atan(?!!!) -hem de binlerce- bir millet daha yoktur bizim gibi. Ingilizce dili dunya dili olmasini gururla ilan ederken, dile baska milletlerin dilinden giren sozcuklere sahip cikip kendinin yapmasini bilmisti. Bizse cihan devleti kadar genis olan dilimizi gururla gelistirmek dururken, yabanci kelimeleri veya Arapca-Farsca kokenli kelimleri dusman ilan ederek nasil yuzlerce yillik medeniyetimizden kaybetmisiz. Zenci kelimelerdi onlar, tu-kakaydi. Artik paranoya noktasina ulasan "hassas" "Turkcecilige" en guzel ornek, Arapca ve Farsca kokenli Turkce kelimeleri konusmayi bize siddetle yasaklayan lise edebiyat ogretmenimizdi. Daha okuldaki ilk gunumuzde, ust siniftaki ogrencilerin endiseli uyarilariyla "m" harfiyle baslayan hicbir kelimeyi kullanmama tavsiyesi aldik cunku olaki hocamizin gazabina ugrayabilir, gunu gelince "masa" kelimesinin bile bu koklerden geldigi soylenebilirdi. Bu trajikomiklikler icinde yatili okul gunleri hizla gecerken, edebiyat derslerinde, Baudlaire'i, Molier'i, Montaigne'i, Montesqiou" yu okur, is Mehmet Akif'e gelince burun kivirirdik ve anlamazdik da...

Universitede aldigim harika egitim vesilesiyle kendi kultur ve tarih kaynaklarimizla daha cok hasir nesir olunca, bizim asrimizin buyuk alimlerinden, milliyetci ve kultur uzmani Erol Gungor'un bir kitabindaki su sahane yorumuyla karsilastim: Turkce'yi Orta Asya steplerinde konusuldugu halinde dondurmeye calismak, olgun yastaki bir insanin, konustugu dili yasaklamak ve bebeklik zamanindaki dilini kullanmasini taleb etmek gibidir". Evet, medeniyetin gelismesinin gostergesidir dilin gelismesi, ve de dilin zenginligi hep ovunc kaynagi olmalidir.

Hem ne demis Dede Diderot:
" Butun umidlerimizin temeli dil. O istikrara kavusmaz ve gelecek nesillere butun kemaliyle aktarilmazsa, yazdiklarimizin yarinindan nasil emin olabiliriz?"

Velakin biz boyle dusunsek de, daha 40-50 yil oncenin dil zenginliginden tamamen uzak bir nesiliz. Dili agir kitap demek istemiyorum ve dili zengin kitap diyorum, boyle kitaplari okurken hep icimizde bir ses olarak duydugumuz, "ama bunun dili cok agir, anlamadigimiz kelimeler var" serzenislerimizi nasil karsilamak gerekir? Kitabin amaci bize ogretmek, bizi zorlamak ve gelistirmek degilmidir? Kitabin dilinin halihazirdaki seviyemize inmesini beklemek bize ne kazandirir ve makul bir istek midir? Eksigi olan agir-zengin dilli kitaplar midir yoksa kelime hazinesi gerektiginden cok az bizler mi? Yoksa olgun insanlar bebek dilini ogrenip hep oyle mi konusmali? Bebeklerin bizim dilimizi ogrenmeleri onlari zorlayacagi icin yormayalim mi bundan sonra yavrucaklari?

Siz ne dersiniz?